Bu yıl, Uluslararası Çocuk ve Gençlik
Tiyatroları Festivali için Bursa’da gerçekleşen 18.buluşmayı bir hafta boyunca takip etme olanağı
buldum. Festivalden geriye kalan
izlenimlerimi, orada tuttuğum günlükten özetle aktarmak isterim.
21 EKİM PAZARTESİ
Maalesef Bursa’ya akşam üstü vararak, festivalin açılış gösterilerini
Kerem Eser ve Simone Romano’yu kaçırmış olduk. Akşam yemeğinden sonra yapılan
ilk değerlendirme toplantısında, her iki sanatçın gösteri anlayışları ve
gösterilerinin özellikleri üzerine konuşuldu.
22 EKİM SALI
Festivalin kapalı salon temsilleri Moldova’dan Izvarasul Vesel Tiyatrosu ve İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Tiyatro Tempo ile başladı.
Moldova ekibi “Dede ve Turna” isimli yerel bir masalı sahneliyordu. Çuvaldan patiskadan dekoru, el bezinden ve iplik
saçlı, tığ işiyle giydirilmiş kuklaları, geleneksel Moldov müzikleri ile
sahiden balkan köyleri gibi bir tat bırakıyordu insanın damağında. Eser, bir
halk masalı duygusunu her öğesinde barındırıyordu. Bu bakımdan oldukça özenli
ve şirin bir oyundu. Oyunun şanssızlığı, temsil için seçilen salondu. Bir
tiyatro sahnesi olarak tasarlanmadığı için bazı teknik özelliklerden yoksun
olan bu salonun (Tekstil Müzesi) oyuncuları muzdarip ettiğini daha sonra
kendilerinden de dinledik. Bunun dışında biz de temsil sırasında fark ettik ki
, salonun dar ve uzun bir seyir yerine sahip olmasından ötürü, arkada oturan
çocukların büyük bir kısmı göremediler ve sandalyelerinin üzerine çıkıp ayağa
kalktılar. Oysa tam tersine, seyir yerinin ön sıralarındaki çocuklar büyük bir
dikkatle oyunu izliyordu. Bu tecrübe bize, salonun seyirci kapasitesinin 100
civarı olmasının yeterli kriter olmadığını göstermiş oldu. Bu tür oyunların
sahneleneceği salonlarda daha başka özellikler de aranmalı.
Çocuk tiyatrosunda samimiyetin esas olduğu, kurulan
dünyanın pahasının değil inandırıcılığının önemli olduğu sık sık dile getirilen
bir konu. Bu el işi kukla oyunu, bu özellikleriyle festivalde izlediğimiz iyi
örneklerden biriydi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Tiyatroları’nın sahnelediği “Damlaların Dansı” ise meseleyi tam tersi bir
açıdan düşünmeme neden oldu. Oyunun olağanca etkileyici atmosferi, Kara Tiyatro
(Black Light) tekniğinin başarılı uygulaması, kukla tasarımı ve iyi kukla
oynatımı herhalde tartışılmaz. Üstelik oyun metni, çocuklar için merak
uyandırıcı bir meseleyi ele alıyordu. Bir su damlasının kimyasal olarak (suya, su buharına, don tanesine) dönüşümünü…
Ancak oyun biz seyircileri, oyun dünyasının etkili alanında bir türlü
tutamıyordu. Kişisel olarak ilgim sık sık dağıldı ve sıkıldım. Aynı şeyi çocuk
seyircide de hissettim. Öyküdeki “an”lar sahnelemede karşılığını bulamamış
diyebilirim. Bana kalırsa oyun,
seyredende herhangi bir duygu izi bırakmıyordu. Çoğunlukla görsel dünyasıyla
hatırlanacak bir eser olduğu fikrindeyim. Bu tür örnekler bende her zaman, “çocuk tiyatrosunun öncelikleri nedir?”
sorusunu yeniden uyandırır. Herkes ya da her tür için geçerli bir öncelik
sıralaması yapabilir miyiz, elbette hayır. Ama oluşturulan atmosferin salt
“tekniğin başarısı” ndan ibaret kalması önemli bir tehlike. Öncelik derken,
sahne tekniğinin öykünün üzerine basması tehlikesinden mutlaka arınmak
gerektiğini kast ediyorum. Damlaların
Dansı, teknik ve öykünün hemhal olabildiği, duygu dolu bir oyun olamamış ne
yazık ki. Her ne kadar, oyun metni bunu çağırıyor olsa da…
Tiyatro Tempo’nun sahnelediği Uçmak
Özgürlüktür, çocuk seyirciler ve festival konuklarının en sevdiği oyunlardan
biri oldu. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçma macerasının anlatıldığı oyunda farklı
türde kuklalar bir arada kullanılıyor. Tiyatro Tempo, kukla tiyatrosu alanında
ülkemizin en yetkin ve eski topluluklarından biri. Oyuna duyulan ilgide, kukla
tekniklerindeki ustalığın büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Festival
gözlemcilerinden Özlem hanım, okul öncesinde çocuklar daima şuna dikkat
ettiklerini dile getirdi : Bir kurgudan diğerine nasıl geçildiğini çocuklar
anlamamalı. Bu bakımdan, oyunun geçişlerini başarılı bulmuştu. Bir öykünün
başlayınca daima akıcı olması gerektiği, kesintiye uğramaması ya da bu
kesintilerin izleyiciyi oyundan koparmaması gerektiği üzerine düşündüm.
Sanırım, bunda bir haklılık payı var. Episodlardan oluşan bir yapısı olsa bile,
özellikle okul öncesi için sahnelenen bir oyun akışkan özellik taşımalı. Bunu
kendime not ettim. Yanı sıra, ekiple
yapılan toplantıda oyun metninin Ahmet Önel tarafından defalarca yazıldığını,
hatta yaş gruplarına göre oyunun iki ayrı versiyonunun sahnelendiğini de
öğrendik.
23 EKİM ÇARŞAMBA
Festival katılımcıları,
oyunları aynı seansta ve bir arada izliyoruz. Çarşamba günü izlediğimiz ilk
oyun Uçaneller Kuklaevi’nden “Yeşil Pingi’nin Masalı” ydı. Uçaneller
Kuklaevi’nin bugüne kadar farklı kukla tekniklerinde başka başka oyunlarını
izledik. Her zaman olduğu gibi kukla tasarımında incelikli bir dokunuş
yakalamışlar. Atık malzemelerden ve plastikten kurulu Pingi’ler dünyasında,
kuklalar da renkli çöp poşetlerinden yapılmış ve her bir karakter tasarımı
bence ilgi çekiciydi. Ancak oyunun öyküsü, ‘ben ve öteki’ meselesine iyimser
bir vurgu yapmak isterken, aslında yeni bir ‘ötekileştime’ vurgusunun içine
düşme tehlikesi yaşıyor. Yeşil Pingi rengini değiştirmek istiyor çünkü etrafındaki
herkes onunla ‘kurbağa kadar çirkin’ olduğunu söyleyerek dalga geçiyor. Yeni
bir renk aramak üzere yola çıkan Pingi, kırmızının kızgın, mavi soğuk, sarının
şımarık olduğunu keşfedip bu renklere dönüşmekten vazgeçiyor. Her ne kadar
oyunun sonunda “herkesin kendi rengiyle kendine özgü” olduğu vurgulanmak istese
de, renklere verilen bu olumsuz değerler bence bir tartışma konusu. Acaba ‘şu
özelliği olumsuz’ demeden de renklerin kendine özgü oluşunu vurgulamak mümkün
olamaz mıydı? Ancak diyalogları birbirini fazlasıyla tekrar ettiği için bana
göre yer yer sıkıcılaşan oyunu, salon büyük bir dikkatle izledi.
Öğleden sonra, Boğaziçi Gösteri Sanatları
Topluluğu’ndan “Musahipzade ile Temaşa”yı izledik. B.G.S.T, beş yıldır kendi
içinde özel olarak gençlik tiyatrosu alanında çalışan bir kol oluşturmuş
durumda ve Musahipzade ile Temaşa, bu tür için hazırlanmış üçüncü oyunları.
‘Moliere Efendi’ ve ‘Selam Sana Sahakespeare’den sonra yine aynı izleği
sürdürmüşler : Bir yazarın kendi döneminin toplumsal özellikleri içinde,
eserleri ve kişisel dünyasını tanıtan oldukça hareketli bir oyun hazırlamışlar.
Bu kez ele aldıkları yazar Musahipzade Celal. Daha önceki iki oyunlarıyla
birlikte, bu oyun da hem neşeli hem de düşünsel olmayı becerebilen zevkli bir
seyirlik. B.G.S.T gençlik tiyatrosu çalışmalarında çok iyi bir dramaturgi çizgisi tutturmuş durumda. Bu bakımdan,
ekibin sahneleme yöntemine ilgi duyuyorum. Kıvrak fikirler ve güçlü oyunculuk
da oyunun dinamik olma niyetini besliyor. Gençlik Tiyatrosu alanında takip
edilmeye değer bir ekip, genç ve yetişkin seyirciler için görülmeye değer bir
oyun. Değerlendirme toplantısında, gençlik tiyatrosu uygulamalarındaki
yöntemin, yazılı olarak paylaşılmasının (belki kitaplaşmasının) diğer tiyatro
ekipleri ve bu alandaki düşünürler için faydalı olacağı üzerinde duruldu.
Tiyatro Boğaziçi’nin, özellikle gençlik oyunlarında, seçtikleri iletinin ya da
“alt metinlerin” kendisini hissettirmiyor, alttan alta düşünceye siniyor olması
ilgimi çekiyor. Gençlik tiyatrosu uygulamalarında, bu konu önemli olmalı –
bilhassa önemsenmeli diye düşündüm bu kez. Ne de olsa, az çok biliyoruz ki
gençler toplumsal meselelere çok da ilgi duydukları yaşlarda olmalarına rağmen,
kendilerine bir düşüncenin bas bas bağırılmasından hiç de hoşlanmazlar. Tabi
söz konusu bu durum hem çocuk ve aynı zamanda yetişkin tiyatrosu için de
geçerli. Ama Tiyatro Boğaziçi’nin oyunlarında, izleyici olarak bir şeyleri
doğrudan duymak yerine durumlar üzerinden “kendimiz akıl edip yorumluyoruz”
duygusuna kapılıyoruz. Gençlik oyunlarında metne ya da sahnelemeye yaklaşımın,
bir kriter olarak bunu mutlaka esas almasını kenara not etmiş oldum.
Musahipzade ile Temaşa, hem Geleneksel Türk Tiyatrosu özelliklerini
kullandığı için hem de her bir oyuncunun sahne enerjisi fazlasıyla dinamik olduğu
için, festivalin yabancı konuklarının –türkçe bilmemelerine rağmen- ilgi duyduğu oyunlardan biri oldu.
24 EKİM PERŞEMBE
Perşembe günü programında, iki düşündürücü temsil bekliyordu bizi.
Bunlardan ilki, İran’dan gelen
Kotal Tiyatrosu’nun “Balaca Karabalık” hikayesiydi. Yönetmen, Samed Behrengi’nin meşhur Küçük
Karabalık öyküsünden yola çıkarak, çocuklar için özgün bir hikaye kurgulamış.
Elbette hikaye, Küçük Karabalık’tan fazlasıyla iz taşıyor. Ancak bu özgün öyküde,
tek başına yola çıkan “karabalık” bir kız çocuğu. Bulgaristan ekibinin
yönetmeni Kotal Tiyatrosu’nun yönetmenine şöyle bir soru sordu : “Bizler
çocuklara şiddeti gösterirken, kanı ve acımasızlığı gösterirken ne kadar ileri
gidebiliriz? Bunun dozu nedir?”
Kendi açımdan, oyunun bu dozu aştığını
söyleyemem. Ancak bu soruyu uyandırması normaldi çünkü çok estetik semboller
kullanılarak da olsa, ortaya epey karanlık bir dünya konmuştu ve bu dünya
içinde “kan” bile vardı. Yönetmeni bu tercihleri açısından cesur buldum ve
takdir ettim. Kendisi de soruyu şöyle yorumladı : “Ben de biliyorum Garfield,
Tom ve Jerry gibi Barbie gibi daha sevimli şeyler var. Bir kedi bir fareyi
kovalıyor ve gülüyoruz. Hoş bir etki bırakıyor. Ancak bunları sahnelemek
istemem. Çocukla birlikte eve taşınacak bir duyguyu aramak isterim. Çocuk
salondan çıktığında kendi hayatı içinde o hikayeyi taşıyor olmalıdır” Yönetmen Yaghoob Sadigh
Jamali, İran’daki kız çocukların her birinin içinde hissettiği sıkışmışlık
duygusunu esas alarak bir eser oluşturmak istemiş. Ben oyunun fazla sembolik
olduğu, öyküsünün yeterince anlaşılmadığı düşüncesindeyim. Ancak, yanı sıra
oldukça etkili anlara sahip; kesinlikle korku, endişe, acı, umut gibi duyguları
güçlü hissettiren bir oyundu.
Gürcistan’dan
Kutaisi Tiyatrosu’nun sahnelediği “Don Juan” ise, bir başka düşündürücü
soruyu masaya getiriyordu. “Herhangi bir şey anlatmak niyeti taşımayan bir oyun
olabilir mi?” Temsil sonrası bir çok izleyicinin aklında şu vardı “Bu oyun ne
anlatmak istiyor?” ya da bazıları birbirine şunu söylüyordu “Ben pek bir şey
anlamadım”. Doğrusu ben de öyküyü baştan sona anlatabilecek durumda değildim.
Ancak, hiçbir zaman, tiyatronun baştan sona anlatılabilecek bir öyküye sahip
olması gerektiğini savunamam. Bazen, düşünmek değil sadece hissetmek üzerine
kurulu oyunlar izleriz, izlediğimiz şeyi kelimelerle anlatamayız ama bizi
baştan çıkarır. Eğer Don Juan bu niyeti taşıyorduysa, o denli etkili olamadı.
Yok eğer, biraz olsun dramatik bir kurguyla örülmüşse, seyirci tam olarak bu
örgüyü çözemedi.
25 EKİM CUMA
Günlüğüme not etmek için
en hevesli olduğum işlerden biri Estonya’dan “Piip and Tuut Konserde”
gösterisiydi. Ancak bir talihsizlik oldu ve festival katılımcıları, biraz
program kargaşası biraz da Bursa trafiği yüzünden oyunun son 10 dakikasına
yetişebildik. Haide Männamäe ve Toomas Tross ikilisi, iki haylaz palyaço olarak
sahneye geliyorlar ve anladığım kadarıyla asıl niyetleri bir konser izlemek.
Ancak kendilerini bir anda sahnede buluyorlar. Toomas Tross ile yıllar önce,
yine bir Bursa Çocuk ve Gençlik Tiyatroları festivalinde, bu kez eğitimci
olarak tanışmıştık. Katılımcılara, Clown (Modern Palyaçoluk) eğitimi vermişti.
Bu alanda oldukça yetkin ve eğlenceli bir eğitmen olarak hatırlıyorum. Son on dakikasında bile olsa, sahnede
gördüğüm kadarıyla hayli komik de bir palyaço. Ancak bazen, gösterinin çok iyi
olması temsilin de iyi olması için yeterli değildir. İkili, çok kalabalık bir
seyirci grubuna oynamanın hezimetini yaşıyordu. Festival organizatörlerinin bu
gibi örnekler yaşandığında çıkarması gereken sonuçlar var. Örneğin “Piip ve Tuut Konserde” gibi,
birebir seyirci ile temas eden interaktif gösteriler bu kadar geniş salonlarda
böyle kalabalık bir seyirci grubuna oynanmamalıdır. Salonda oluşacak kaçınılmaz
gürültü ve hareket yüzünden sanatçılar seyirci iletişimini kaybedip mutsuz
olabiliyor. Ve yahut, seyircinin arka koltuklarda oturan bir kısmı sahnede olan
hiçbir şeyi göremez ve duyamaz hale geliyor. Bu halde, örneğin 500 kişilik bir
temsili “500 kişi izledi” diyebilir miyiz? “Biip ve Tuut Konserde” çok iyi bir
gösteri olmasına rağmen, kötü bir temsildi, ne yazık ki!
Benim için günün,
ve festivalin de, en zevkli işlerinden biri Tiyatro Tem’in “Böyle Devam
Edemeyiz” oyunuydu. Ekibin Lahana Sarma oyunundan tanıdığımız Tavtati ve
Dümteka adlı iki uşak, bu oyunda da başrolde. Daha doğrusu “Böyle Devam
Edemeyiz” , “Lahana Sarma” hikayesinin kaldığı yerden, çok iştahlı hanımların
yiyip yiyip“güm!” diye patladığı yerden devam ediyor. Neşe içinde
özgürlüklerinin tadını çıkaran iki uşak, öyle çok eğleniyorlar ki gölge perdesinden
dışarı uçuyorlar. Ve başlıyor bir “Perdeye geri dönme” macerası…
Oyun aynı zamanda, festival
katılımcıları için düzenlenen “Yapıcı Diyalog” isimli atölye çalışmasına konu
olarak seçilmişti. Atölyede ‘Birbirini takdir ederek diyalog kurma’ yani ‘pozitif
yaklaşım ile bir eseri tanıma’ üzerine çalışıldı. Tabi, bu atölye çalışması ve
Tiyatro Tem’in “Geleneksele yaklaşım biçimi” kendi başına bir yazı konusu. Ancak atölyede bilhassa üzerinde durulan
‘özgün soru sorma’ yöntemi önemliydi. Bu yöntemin örnekleri olarak,
katılımcılardan “Böyle Devam Edemeyiz” oyununa bir çok soru yöneltildi.
Toplamda edindiğimiz izlenim, bizi oyunda seyrettiklerimiz üzerine daha derin
düşünmeye sevk etti. Bir oyunun taşıdığı
anlamların ve birden çok katmanı olan bir öykünün tüm katmanlarının “sözle açıklanmaksızın” seyircinin belleğine
ulaşması bakımından “Böyle Devam Edemeyiz” in nasıl başarılı bir oyun olduğunu
fark etmiş olduk. Tiyatro Tem ekibi tarafından dile getirilen ‘oyunun niyetleri’
aslında temsil esnasında biz seyircilere yeterince ulaşmış görünüyordu.
Festival
süresince en çok konuşlan meselelerden biri de buydu. Bir oyunun tasarlanırken
belirlenen niyetleri, her zaman sahne üzerinde gerçekleşemeyebilir. Bu halde
seyirci yalnızca izlediği eserin ona ulaştırabildiği duygu ya da düşünceye
sahiptir. Niyet, broşüründe yazıyla ya da daha sonra sözle kendisine iletilse
bile, oyunun içinde belirmiyorsa seyirciye ulaşmış sayılmaz; yalnızca yaratıcıda
kalmış demektir. Böyle Devam Edemeyiz, duygu ve düşüncesindeki niyetlerini
seyirciyle buluşturabildiği için bu tartışmaların odağında olumlu bir örnek
olarak anıldı.
26 EKİM CUMARTESİ
Bursa Festivali’nin benim için özel bir anısı da var.
Elif Temuçin ve Erkan Uyanıksoy ile birlikte, çocuk ve gençlik tiyatrosu
alanında çalışmalar yürüteceğimiz bir tiyatro ekibi kurmaya, izleyici olarak
katıldığımız bir Bursa Festivali sonrası karar vermiştik. Tiyatromuzu kurduktan
7 yıl sonra, yine festival vesilesiyle tanıştığımız Tiyatro Batida ile ortak
projemiz olan “Fil” in Türkiye prömiyerini, bu yıl ne güzel ki Bursa’da
gerçekleştirdik. Soren Ovesen’in yazıp yönettiği Erkan Uyanıksoy ve Elif
Temuçin’in oynadığı, iki ekibin (Tiyatro BeReZe- Tiyatro Batida) ortak projesi
olan Fil, festivalden hemen önce Danimarka’da sahnelenmişti. Ayağımızın tozuyla
Bursa’da gerçekleştirdiğimiz her iki temsil de bizim açımızdan oldukça keyifli
ve verimli geçti. İlk kez bir gençlik oyunu sahneliyoruz ve bu nedenle genç
izleyicilerin düşünceleri bizim için önemliydi. Hikaye, kendisini çok çok çok
büyük zanneden bir sihirbazı tüm kibrine rağmen gönülden seven bir kadını ve
sihirbazın gerçek büyüklük hakkında aslında hiçbir şey bilmediğini anlatıyor.
Elbette hikayenin ana ekseninde bir kadın ve erkek olunca, meselenin kadın
dünyası üzerinden değerlendirilmesi kaçınılmaz oluyor. Üstelik oyunun böyle bir
katmanı yok diyemem. Ancak yine de genç seyircilerimizden gelen yorumların
“sevgi” etrafında şekilleniyor olması, düşüncelerin öncelikle sevgiyle
bağlantılı olarak dile getirilmesi bizler için memnun edici oldu.
**
Bursa Uluslararası Çocuk ve Gençlik
Tiyatroları Festivali’nden notlarla dolu bir defter, çocuk tiyatrosu üzerine
birçok farklı düşünceyle döndüm. Esas olarak, bir hafta süresinde sadece çocuk
ve gençlik tiyatrosu üzerine konuştuğumuz ve örnekler izlediğimiz festival
benim için neredeyse bir kamp gibiydi. Özel olarak önemli bulduğum şey ise,
festivalden biz tiyatrocular kadar -hatta belki de daha fazla- beslenenlerin
Bursa’lı çocuklar olması. Bursa’da 17 yıl önce festival oyunları izlemeye
başlayan çocuklar bugün birer yetişkin – belki anne baba- oldular. Ve aralıksız
her yıl devam eden festival, bir çok kuşaktan seyirciye seslenmeye devam
ediyor. İki yaşındaki çocuğuyla beraber festivalin her oyununa geldiğini
öğrendiğimiz bir anne “ne kadar sessiz ve dikkatli izliyor, inanamıyorum” dedi.
Bence inanılmaz değil; iyi bir tiyatro
oyunu çocukların düş dünyasına armağan vermek gibi bir şey. Bursa’lı çocuklar bu bakımdan kesinlikle şanslılar.
Ancak Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin uzun yıllardır böyle kıymetli bir
festivale ev sahipliği yapmasına rağmen, henüz bir çocuk tiyatrosu sahnesi inşa
etmemiş olmaması dikkate değer. Artık tüm dünyada çocuk tiyatrosu genellikle
“gözgöze” seviyesinde, küçük salonlarda ve mümkün olduğunca az seyirciye
yönelik –iletişim odaklı- yapılıyor. Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu’nun
Türkiye’deki kimi örneklerinde de bu tarzın izlerini, dahası olumlu sonuçlarını
görüyoruz. Bursa Büyükşehir Belediyesi, çocuk tiyatrosunun duyduğu bu küçük
salon ihtiyacını görebilmeli ve hem festival konukları için hem de yıl boyunca
Bursa’da sahnelenecek çocuk oyunları için tam donanımlı bir oda çocuk tiyatrosu
edinmeyi, bana kalırsa öncelikli hedef olarak seçmeli. Zira, her yıl olduğu
gibi bu yıl da, bazı güzel oyunlar kendilerine uygun olmayan salonlarda ya da
ihtiyaç duymadıkları kadar çok seyirciye temsil vermek zorunda kaldılar ve ne
yazık ki seyirci ve oyun arasındaki iletişimde kopukluklar yaşadılar. Kanımca,
Türkiye’nin en köklü Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Festivali’ne ev sahipliği yapan
Bursa şehrinin, artık bir çocuk sahnesine ihtiyacı var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder