18. Bursa Assitej Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali'ne dair Tiyatro Bereze üyesi Bilge Gültürk'ün izlenim yazısını aşağıdaki bölümde okuyabilirsiniz.
Bursa’ya Pazartesi günü öğleden sonra ulaşabildiğimden,
açılış törenini ve açılış gösterilerini ne yazık ki izleyemedim.
Festivalde izlediğim ilk gösteri Moldovalı ikilinin “Dede ve
Turna” isimli kukla oyunuydu. Geleneksel bir hikâyeyi konu alan oyun, sahne
düzeni, kullandığı malzemeler, renkler ve müzikleriyle çok sıcak ve keyifliydi.
Kuklacıların samimiyeti ve ustalığı kolayca görülebiliyordu. Ancak salon
seçimi, bu sade ve sevimli oyunun seyirciyle buluşmasına neredeyse engel oldu
diyebilirim. Kullanılan yer bir tiyatro mekânı değildi. Bu her zaman büyük bir
sorun olmayabilir, ama en azından binanın geri kalanından yalıtılmış bir mekan
olmalıdır ki, oyunun dünyasına hep birlikte daha iyi konsantre olabilelim. Bundan
daha önemlisi, salonun ince uzun biçiminin seyri çok güçleştirmesiydi. Ben
şanslıydım; en önde, kenardan izleyebildim. En ön üç, dört sıradaki çocukları
gözlemleyebildim. Hepsi, gözlerini ayırmadan izlediler oyunu. Ama dördüncü
sıradan sonra, seyir yerinde eğim de olmadığından, çocuklar sahneyi göremediler
ve ister istemez dikkatleri dağıldı. Yaklaşık 30 cm büyüklüğündeki kuklaları da
o uzaklıktan izleyebilmek mümkün değildi. Bu tip oyunlarda, salonun seyirci
sayısı kadar biçiminin de önemli olduğunu düşünüyorum. Seyircilerin sahneyle
daha iç içe olabileceği, sahnenin etrafına toplanabileceği, kuklaları yakından
görebileceği mekânların sağlanmasının hem seyircileri, hem de oyuncuları mutlu
edeceğini düşünüyorum.
Aynı gün, öğleden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Tiyatroları’ndan “Damlaların Dansı” isimli oyunu izledik. Oyun görsel olarak
çok etkileyiciydi. Özellikle damlaların hareketini sağlamak için kullanılan
malzeme bende o kadar merak uyandırdı ki, oyundan sonra gizlice kulise girip kuklaların
nasıl yapılmış olduğuna baktım. Ancak, görsel olarak onca ustalıkla yapılmış
bir oyunun öyküsünün bir o kadar gevşek bir yapı izlemesi beni şaşırttı. Bu
gevşekçe örülmüş öyküye bir de tekdüze bir tempo eklenince, her türlü ilgi
çekiciliğine rağmen zor izlenen bir oyun ortaya çıkmıştı.
Bu günün talihsizliği, Tiyatro Tempo’nun oyununa geç
kalışımız oldu. Yemekten ayrılıp, otobüsümüze binip oyuna gelene kadar oyunun
neredeyse 15 dakikası geçmişti. Zaten yaklaşık 35 – 40 dakika olan oyunu
keyfine vararak izleme şansını kaybetmiş olduk. Ama bundan daha önemlisi, çok
kızdığımız bir şeyi kendimiz yapmak durumunda kalmamızdı. Salona girerken çok
sessiz olmaya çalıştık, ama oyuna ortasından giren seyirci ne olursa olsun hem
oyuncuların, hem seyircilerin dikkatini dağıtır. Eğer katılımcıların bir yerden
bir yere gitmesi festival tarafından organize ediliyorsa, oyunlara zamanında
yetişme konusunda da daha sorumlu olunmalı. Tiyatro Tempo’ya ayıp ettik.
Çarşamba günü, ilk oyunumuz Uçaneller topluluğunun “Yeşil
Pingi” oyunuydu. Bu oyun için yalnızca, her şeyiyle özensiz bulduğumu
söyleyebileceğim sanırım.
Çarşamba’nın öğleden sonraki oyunu da fazla söz
gerektirmiyordu. Ancak bu kez tam tersi sebeple: Her şeyiyle son derece özenli,
bir o kadar da keyifli bir oyundu. Festivaldeki gençlik oyunlarının sayısının
arttırılması açısından da çok talihli bir seçimdi.
Sonraki gün İran ve Gürcistan vardı. Oyunlarla ilgili ne
düşündüğümden halen emin değilim. Bu güne dair, oyunlar değil, organizasyonla
ilgili bir konu düşündürdü beni. İkinci oyunu izledikten sonra Cumalı Kızık’a
nefis bir geziye çıktık. O sırada festivalde olan pek çok gözlemci ve katılımcı
bizimle birlikteydi. Fakat geziden dönüşte, Kerem Eser’in saat 18.00’de
başlayan gösterisine gitmek yerine, otele dönüldü. Bu yıl, AVM ya da açık
alanda tek kişilik gösterilerini yapan iki oyuncu Onur Kaya ve Kerem Eser,
katılımcıların ve gözlemcilerin hareket programına dahil edilmemişti. Anladığım
kadarıyla bu gösterilere seyirci organizasyonu da yapılmamıştı. Bunun sebebini
pek anlayamadığımı itiraf etmeliyim. Böyle olunca çoğumuz bu gösterileri
izleyemedi. Festivalde bir araya gelmemizin en güzel yanlarından biri,
birbirimizin işleri ile ilgili fikir alışverişi yapmakken, bu arkadaşlarımız
için bu fırsat ne yazık ki büyük ölçüde ziyan oldu.
Cuma günü bizi yine sıkışık bir program bekliyordu. Sabah
Tiyatrotem’in oyunu, ardından Bulgaristan, sonra yemek, ve daha sonra
Estonya’nın oyunu... Elbette mümkün değildi böyle bir şey. Nitekim Estonya’nın
oyununun ancak son 5 – 10 dakikasına yetişebildik. Katılımcı ve gözlemcilere
belli bir hareket programı sunulması, onların ulaşımının sağlanması ve böylece
herkesin hemen hemen tüm oyunları izleyebilmesi, her festivalde bulamayacağınız
bir ayrıcalık. Yıllardır festivalin en çok sevdiğim yanlarından biridir bu.
Fakat sanırım program yapılırken belki biraz daha hesaplı olunmasına dikkat
edilebilir.
Bunun dışında, Estonya’nın oyununda yine sık rastladığımız
bir sorunun yaşandığını, oyunun sadece son 5 dakikasını izlesek bile
görebiliyorduk: Tayyare Kültür Merkezi’nin salonu o gösteri için çok büyüktü...
Ve festivalin son günü kendi oyunumuza sıra gelmişti
nihayet. Bir gece önceden dekorumuzu kurmaya, ışığımızı yapmaya gittik. Tayyare
Kültür Merkezi gibi büyük bir salonu az sayıda seyirciyle kullanabilmek için,
yıllar önce izlediğimiz bir gösteriden arakladığımız çözümü uygulayacaktık:
Sahne üzerine platformlar koyarak, seyir yerini sahne üzerine almak.
Dolayısıyla, o akşam yapılması gereken işlerden biri platformların
kurulmasıydı. Malzeme/dekor olarak da, ölçülerini belirttiğimiz bir sehpa ve
arka fonumuzu asmak için bir düzenek gerekiyordu. Bunları hem yazılı, hem sözlü
olarak festival ekibine bildirmiştik. Ancak Tayyare’ye vardığımızda, tiyatronun
bizi bekleyen ekibi, bunların hiçbirinden haberdar olmadıklarını söylediler
bize. İhtiyacımız olan her şey, o akşamki ekibin iyi niyeti ve çalışkan tavrı
sayesinde en iyi şekilde çözüldü. Ama anladığımız kadarıyla, ihtiyaçlarımızın
bildirilmesi, bizden çıkıp, tiyatronun çalışanlarına gelirken, bir yerde
takılmış. Bunun hangi aşama olduğundan emin değiliz. Fakat akşam orada bizi
bekleyen ekibin bireysel çabası olmasaydı, çok büyük imkânsızlıklarla karşı
karşıya kalabilirdik...
Bu festivalin en önemli özelliklerinden biri, akşamları
yapılan değerlendirme toplantıları. Yıllar içinde bu toplantıların karakterinin
nasıl değiştiğini bu yıl bir kere daha gördüm. Eskiden çok daha sert
eleştiriler yapılır, çok daha öznel bakışlar, kişisel zevkler hâkim olurdu
yorumlara. Şimdi, daha olumlu, daha yapıcı, daha meraka dayalı sözlerin
dolaştığını gözlemliyorum. Ama bu kez de şunu sormadan edemiyorum: Acaba şimdi
de kibarlık edip düşüncelerini söylemekten kaçıyor mu meslektaşlarımız? Bu yıl Danimarka’dan
Henrik Köhler ve Peter Manscher tarafından yapılan – ve ne yazık ki
katılamadığım – atölye çalışması, anladığım kadarıyla, ikisi arasında iyi bir
denge sağlayabilmek adına faydalı oldu.
Söylediğim gibi, bu festivalde birçok kez bulundum. Her
festival olduğu gibi, bu festivalde de çok hoş insanlarla tanıştım, keyifli
oyunlar izledim. Ama yıllar içinde festivalin küçüldüğünü, hem gösteri
sayısının, hem katılımcı sayısının azaldığını görmemek mümkün değil. Bu
küçülmeden sadece nicelik değil, belki nitelik olarak da söz edilebilir.
Eskiden beni çok etkileyen, çok ilham veren oyunlar izlerdim. Festivalde
bulunmak benim için çok besleyici olurdu; sonbahar gelse de Bursa’ya gitsek
diye beklerdim. Şimdi de güzel işler izliyoruz, hoş meslektaşlarla tanışıyoruz.
Ama eski zenginliği bulamadığımı hissediyorum.
Öte yandan, festivalin organizasyonunda bazı şeylerin artık
çok daha dikkatle ele alındığı bir gerçek. Ekiplerin talep ettiği sahne
ölçülerine, seyirci sayısına ve yaş grubuna, eskisine kıyasla çok daha büyük
dikkat gösteriliyor. Her geçen yıl işlerin biraz daha yolunda gittiğini görmek mutluluk
verici.
18. Bursa Assitej Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali İzlenim Raporu
Son olarak, değerlendirme toplantılarındaki çeviri
konusundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Son birkaç yıldır çevirilerin
yetersizliği sanırım herkesin dikkatini çekiyor. Bu yıl, geçen birkaç yıldan
bir nebze daha iyiydi diyebilirim. En azından İngilizce’den Türkçe’ye
çevirilerde daha iyi kotarılabiliyordu. Ama özellikle Türkçe’den İngilizce’ye
çevirilerde büyük anlam kayıpları ve kavram kargaşaları ortaya çıktığını
söylemek zorundayım. Bu, dile hâkim olmamak kadar, konuya hâkim olmamaktan da
kaynaklanıyor. Hele hele değerlendirme toplantılarında hepimiz neyi nasıl
söyleyeceğimize onca dikkat ederken, bin düşünüp bir söylerken, bu çabanın
çeviri esnasında birden bire güme gitmesi, yapıcı diyalogları köstekliyor ne
yazık ki. Çevirmenlerin daha özenle seçilmesi festivale çok şey katacaktır.
Umarım seneye yine görüşürüz...
Bilge Gültürk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder