Bir kadın bir adamı çok ama çok seviyor.
Kadın verici ve üretici, adamsa tüketici ve yıkıcı. Adam mutsuzluk,
nefret, öfke ve kin dolu, kadınsa sevgi… Adam başucundaki bir artist
fotoğrafıyla oyalanarak hayalindeki kadınla sevişiyor, kadınsa adamla…
Adam büyük bir sihirbaz olduğu inancında, şapkasından koca, koskoca bir
fil çıkaracak, ama büyülü değneğini ne kadar sallarsa sallasın şapkası
boş, bomboş…
Adam uyur, hayal kurar, kadına çatar,
kendini öldürmeye kalkar, kadınsa her tür hakareti sineye çekerek adam
için çalışır, didinir, saçını süpürge eder. Dahası yoktan yaratır:
Duvarda asılı olan kocaman ”büyük sihirbaz” levhası baş aşağı düştükçe
sesinin gücüyle levhayı düzeltir, yiyebilecekleri tek bir fasulye
tanesinden başka bir şeyi kalmayınca tavuğa dönüşüp yumurtlar.
Sevgisiyle mucizeler yaratan hep kadındır. O’dur aslında “büyük
sihirbaz”…Oyunun sonu acıdır, çünkü kadın adamın taş yüreğini çıkartıp,
kendi kalbini adama verir. Adamın başucundaki fotoğrafta şimdi kadının
resmini görürüz. Adam sevginin ne olduğunu anlamıştır belki ama iş işten
geçmiştir. Adamın yaşaması hem de sevgi dolu bir yürekle insanca
yaşaması için kendini yok etmiştir kadın.
Uyumsuz tiyatro geleneğinde yazılmış
olan, özellikle de Eugene İonesco’nun oyunlarını anımsatan Danimarka-
Türkiye yapımı bu trajikomik oyunda (Fil, Yazan ve yöneten, Soren
Valente Ovensen, Tiyatro Bereze) sınırsız bir sevgi ve aşkın hem yapıcı
hem de yıkıcı gücü gösteriliyor. Mucizeler yaratan sevginin karşılıksız
kalınca yok olması kaçınılmaz mı? Kim yüreğimizi acıtıyor bu oyunda,
kendini dünyanın merkezi olarak gören ve büyük bir deha sanan narsis
adamı mı, yoksa sevgisi uğuruna her tür aşağılanmayı göze alan ve
sonunda kendini yok eden kadın mı?
Kadına göre “kendisini dünyanın en büyük
sihirbazı olarak adlandıran bir adamın çok, çok, çok, çok ama çok
acıklı hikâyesidir bu”. Ya kadının hikâyesi yok mudur bu oyunda? Sevgi
ve aşkın mucizevi gücünü göremeyen bu “büyük sihirbazın” hüzünlü sonu
mudur bizi etkileyen, yoksa kadının kendini yok sayan mazoşizmi mi?
Karşılıksız bir sevginin hazin sonu mudur bu oyunun izleği, yoksa
kendini dev aynasında gören bir adamın körlüğü mü?
Oyunun başlangıcından öteye bir dehanın
hazin sonunuanlatacağını söyleyerek kendini yok sayan, oyun boyu her tür
aşağılanmayı sessizce kabul eden ve sonunda sevdiği erkek için kendini
feda eden kadınıyeterince ciddiye almamız mümkün mü? Sonuçta büyük
sihirbazı yaratan, onu sihirli güçleri ve sevgisiyle ayakta tutan yine
kadın değil mi? Öyleyse o da bu çarkın bir vidası değil mi?
“Bayanlar ve Baylar! Bu kendisini
dünyanın en büyük sihirbazı olarak adlandıran bir adamın çok, çok, çok,
çok ama çok acıklı hikayesidir.Kendisine dair çok, çok ama çok büyük
hayalleri olan bu adam , bir gün büyüklük hakkında aslında hiçbir şey
bilmediğini fark edecek…” sözleriyle oyunu oyun içinde oyun çerçevesinde
başlatan da kadındır, bitiren de kadın….Ama anlatılan baştan sona bir
erkeğinöyküsü. Bu öyküde kadına hiç yer yok. Çünkü kadın kendini ancak
sevgisiyle erkeğe verebildiği sürece var edebiliyor, bu sevginin
olmadığı nokta da ise sabun köpüğü gibi sönmesi kaçınılmaz bir yazgı
gibi.
Elif ve Erkan Uyanıksoy’un ustaca
yorumuyla izlediğimiz bu simgelerle dolu büyüleyici oyunu alkışlarken
yanımda oturan İranlı oyuncu Nasrin Moradi “Kadın erkek eşitsizliği
dünyanın her yerinde aynı değil mi?” diyordu. “İran, Türkiye, Danimarka
hep aynı şeyle karşılaşmıyor muyuz?”.
Karşılaşmasına karşılaşıyoruz da bunun
farkında olanların sayısı belki de bu oyun bir gençlik oyunu olarak
düşünüldüğü için yine de çok olmasa gerek. “Bu oyunun konusu katıksız
sevgi değil mi? ”, “Anlatılan çok insancıl bir duygu olan sevgi,
toplumsal cinsiyetle bağlantısını hiç kuramadım”, “Bu evrensel bir konu,
erkek/ kadın ilişkisiyle ilgisi ne!”, “Roller değişebilirdi pekala,
seven erkek, büyük sihirbaz da kadın olabilirdi!”
Oyun sonrasında yapılan
tartışmadakendiliğinden gündeme gelen bu görüşler oyunun toplumsal
cinsiyet ağırlıklı açık iletisinin birçok kimsenin, özellikle de erkek
izleyicilerin gözünden kaçtığını gösteriyordu. Ama bunun nedeni sadece
izleyicinin koşullanmışlığından kaynaklanmıyor, oyun metni de böyle bir
okumaya fırsat tanıyor belki. Aslında oyun içinde oyunun vurgulandığı
başlangıç ve final sahnesinde yapılabilecek bir dramaturjik değişikle,
özellikle de ironi aracılığıyla bu sorun çözümlenebilir, böylelikle
oyunun eleştirel boyutu didaktiğe kaymadan rahatlıkla verilebilirdi.
Bunun erkek-kadın eşitsizliğinin had safhada yaşandığı ülkemizde
özellikle önemli olduğunu düşünüyorum. (Ayrıca roller gerçekten
değişseydi sevgisinin karşılığını bulamayan adam kadını anında öldürmez
miydi?) Danimarkalı bir yazar ve yönetmen bu konuda belki de bizim kadar
duyarlı olmayabilir ama kültürlerarası verimli bir etkileşimin
gerçekleşebilmesi sanırım büyük oranda bizim de duyarlığımıza ve
farkındalığımıza bağlı.
Oyunu bizler kendi aramızda izledik.
Gençler yoktu, bu nedenle onların bu oyuna nasıl tepki verebileceklerini
kestiremiyorum. Ama anlatılmak istenen bir çok izleyicinin iddia ettiği
gibi gerçekten sadece yok olmaya mahkum karşılıksız bir sevgi temasında
odaklaşıyorsa gençlerin bunu pek ciddiye alacaklarını düşünemiyorum.
Çünkü onlar sevgi ve aşk konusunda sanırım bizlerden daha gerçekçiler.
Assitej’in her yıl düzenlediği Bursa
Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Festivali’nin belki de en heyecan verici ve
güzel yanı oyun sonrası yapılan tartışmalar. Gün boyu izlenen oyunlar
akşam yapılan toplantılarda konuşulup tartışılıyor, eleştiriler
getiriliyor, böylece farklı görüşlerin gündeme geldiği çok renkli ve
boyutlu bir diyalog atmosferi oluşuyor. Hem izleyenler hem de
tiyatrocular açısından çok verimli olan bu örnek girişim keşke bütün
Tiyatro Festivallerinde gerçekleştirilebilse. Bu açıdan başta Assitej
Türkiye Başkanı Haluk Yüce olmak üzere bu festivali yıllardır büyük bir
titizlikle tasarlayan ve gerçekleştiren herkesi kutlamak gerekir.
Danimarka-Türkiye yapımı “Fil”de oyunun
toplumsal cinsiyet ağırlıklı iletisini görmekte zorlanan izleyicilerin
tepkisine çok şaşıran İranlı oyuncuyu ise bir gün önce İran Kotal
Tiyatrosu’nda “Balaca Karabalık” oyundaki karabalık rolünde izlemiştim.
Bir kadının ezilmişliğini ve mücadelesini tüm incelikleri ve renkleriyle
canlandırıyordu. Samad Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” adlı öyküsünden
uyarlanmış olan bu sözsüz oyunda yine toplumsal cinsiyet konusu tüm
çarpıcılığıyla gündeme geliyordu.(Uyarlayan ve yöneten; Yahhoop Sadigh
Jamali).
Özgün metinde bir ırmakta yaşayan küçük
karabalığın, çevresindeki baskılara dayanamayıp denize, özgürlüğe ulaşma
çabası anlatılır. Sahne uyarlamasında ise “karabalık” kendi dar
dünyasının sınırlarını aşıp engin sulara açılan bir genç kızdır. Ama
tıpkı öyküde olduğu gibi uyarlamada da başına gelmedik kalmaz. Ne var ki
karşılaştığı tehlikelerin hepsi eril bir toplumdaki baskıcı söylemlere
işaret eder. Onu önce çiçeklerle, sonra zorla tavlamaya çalışan kurbağa
pat pat yürüyüşü sert davranışlarıyla sapına kadar erkektir. Kendini bin
bir güçlükle kurbağanın elinden kurtaran karabalık çok daha büyük
tehlikelerle karşılaşacaktır ki, bu tehlikelerin her birieril bir
sistemin göstergeleridir. Karabalık onu tuzağa düşürmeye, yakalamaya,
yok etmeye çalışan tüm engelleri koruyucu meleği sayesinde adım adım
aşıp özgürlük yolunda ilerler. Bir köşede uyurken yakalanıp da neredeyse
tecavüze uğradığında koruyucu melekten aldığı şemsiye ile kendini
korur, yol kararıp da göz gözü görmez olduğunda yine ondan aldığı
fenerle yolunu aydınlatır. Ama sonunda yem olarak kullanılan küçük
balıkların aracılığıyla sinsi bir yaratığın tuzağına düşerek
yakalanıverir. Ağın içinde çaresizce bocalayan karabalık özgürlüğüne
kavuşacak mıdır?
Şemsiye, fener, mumlar, valiz, kitaplar,
ipler, ağ gibi göstergeler ve şiddet ve kanı çağrıştıran renkler küçük
karabalığın özgürlük savaşımını gündeme getiriyor. Bütün bu engelleri
aşıp da özgürlüğe ulaşmak hiç de kolay değildir. Oyun biterken ağlardan
kurtulan karabalığın valizinden çıkardığı renk renk kitapları çocuklara
dağıtması kızların kurtuluşunun yine okumayla çözümleneceğinin bir
göstergesi olsa gerek.
Trajikomik ögelerden bolca yararlanan
“Fil” oyununun tersine “Balaca Kara Balık” oldukça hüzünlü bir oyun. Ama
ortak olan her iki oyunun da düşündürücü boyutunun yoğun olması. Yine
ortak olan her iki oyunda da simgelerin kullanılması. Ne var ki “Balaca
Kara Balık”daki simgeler “Fil”dekilere oranla daha soyut ve daha güç
anlaşılıyor. Öte yandan oyunun eleştirel boyutu da çok daha sert ve
vurucu.Bu açıdan oyun on iki yaş üstü için tasarlanmış bir gençlik
oyunu. Ancak biz oyunu izlediğimizde izleyici salonu küçük çocuklarla
dolup taşıyordu. Oyun sonrası sekiz yaşlarında çocuklarla sohbet
ettiğimde küçücük bir kızın oyunu tüm kodlarını bir bir çözerek
açıklaması, kısaca her şeyi anlamış olması beni iyice şaşırttığı gibi
biz yetişkinlerin korumacı bir yaklaşımla çocukları ne kadar
küçümsediğimizi bir kez daha anımsattı bana. Akşamleyin oyun üzerine
tartışırken yine “Bu bir çocuk ve gençlik oyunu mu?” sorusu gündeme
geldi. Bulgar tiyatrosundan yönetmenin “Çocuklara şiddeti gösterirken ne
kadar ileri gidebiliriz? Bunun sınırı nedir?” sorusu da tartışmalara
yol açtı. İranlı yönetmen Garfield’lerin ve Barbie’lerin ağırlık
kazandığı bir dünyada çocukların üzerinde iz bırakacak bir şeyler yapmak
istediğini söylemesi de düşündürücüydü. Öte yandan çocukların şiddet
dolu bir dünyanın içinde olduklarını, şiddetle yoğurulduklarını da
unutmamamız gerekiyor. Her gün izledikleri TV filmlerinin ya da
oynadıkları bilgisayar oyunlarının bile çoğu şiddet dolu. Sorun şiddetin
gösterilmesi değil, nasıl gösterildiği. Aynı şey yetişkinler için de
söz konusu değil mi? Hiç anlamı ve iletisi olmayan, sadece anlık
heyecanlar uyandıran, böylelikle insanları aptallaştıran şiddet dolu
dizileri mi izliyoruz, yoksa sözgelimi Michael Haneke’nin filmleri gibi
şiddet temasını en rafine bir biçimde kullanan, böylece bizi şiddet
üzerinde düşündürmeye yönlendiren filmleri mi? Bence yetişkinlere
gösterilen şeylerin pek çoğu çocuk ve gençlere de gösterilebilir, önemli
olan bu işin öncelikle nasılı, yani estetik yanı, sonra amacı ve
iletisi ve tabii ki çocuklar da söz konusu olduğunda onların
izlediklerini anlama, özümseme ve hazmetme kapasiteleri. Öte yandan
çocukların anlama yetilerinin günümüzde çok yüksek olduğunu, bu açıdan
da çocukların dünyasıyla yetişkinlerin dünyasının birbirine çok
yaklaştığını söyleyebiliriz.
Altmışlı yıllarda yazdığı öyküler ve
masallarla İran’daki Şahlık düzenini eleştiren ve adalet, eşitlik, insan
hakları gibi konuları ele alan yazar Samed Behrengi’nin genç yaşta
öldürüldüğü söyleniyor. Kitapları dünyanın birçok diline çevrilen
Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” öyküsü 12 eylül darbesi sürecinde bizde
de yasaklanmıştı, İran’da da halen yasaklı kitaplar arasında bulunduğu
gibi bu özgürlük tutkunu yazara karşı büyük bir hınç ve öfke hala
sürüyor. Behrengi’nin mezarının hala sık sık tahribe uğraması bunun en
belirgin göstergesi. Yönetmen bu oyunu sözsüz bir oyun olarak yurt dışı
bir festival oyunu olarak tasarlamış. Oyunun İran’da gösterilmesi ise
henüz mümkün değil.İran’da Eylül 2013 de çıkarılan yeni bir yasaya göre
çocukları olan dul bir kadınla evlenen bir adam evlat edindiği
çocuklarlaevlenebiliyor. Kız çocukların böylesine korunmasız olduğu,
çocuk haklarının böylesine hiçe sayıldığı Şeriat ortamında Behrengi’den
uyarlanan “Balaca Kara Balık” oyunu büsbütün anlam ve değer kazanıyor.
Bursa Çocuk ve Gençlik Tiyatro
Festivali’nde birbirinden eğlenceli, komik ve güzel oyunlar izledim.
Yerlilerden Tiyatro Tem’in “Böyle Devam Edemeyiz” adlı gölge oyunu
gösterisi, yabancılardan Bulgaristan Tiyatrosunun “Çöp ve Erik” adlı
kukla oyunu muhteşemdi.
Bu yazıda gündeme getirdiğim “Fil” ve
“Balaca Kara Balık” oyunları ise eğlendirmekten çok hüzünlendirici ve
düşündürücüydü, sözgelimi “Fil”deki güldürü öğeleri bile karamizaha
dayanıyordu. On iki yaş üstündeki gençlerin bu tür derinliği olan
oyunlara da gereksinimi olduğunu düşünüyorum. Keşke bu oyunları
gençlerle birlikte izlemek ve tartışmak fırsatını yakalayabilseydik. Bu
sadece gençler için değil tiyatrocular için de çok verimli olabilirdi.
Bundan sonraki Çocuk ve Gençlik Festivali’nde her oyundan sonra
gençlerle söyleşiye yer verilmesi, akşamları da tiyatroların kendi
aralarında tartışmayı sürdürmeleri düşünme ve tartışma kültürümüzü
kuşkusuz çok zenginleştirecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder